top of page

Haydi Rastgele…

Foça ile ilk tanışmam 1997 yılında idi yanılmıyorsam. Bir Ege yolculuğunun sonuna sığdırılmıştı. Bilmeden en iyi zamanlarına denk gelmiştim, ilkbahar başlangıcıydı. Açıkçası sıkıntılıydım, otomobilimin direksiyonu hiç İstanbul’a doğru çevrilmiyordu neredeyse. Fok Yuvaları ve Komando Eğitimi dışında da bir bilgim yoktu Foça ile ilgili.


Hatırladıklarım ; bir balıkçının evinde pansiyonda kaldığım ve akşam yemeğinde eşinin pişirdiği balığı ve yüz gram rakısını benle paylaştığıydı.


O balıkçı beni sabah çok erken kalamar avlamaya götürdü. O sırada karşımda birdenbire denizin ortasında kayalıklar silsilesi belirdi. Çok heyecanlanmıştım. “İşte fokların yuvaları, Siren Kayaları deriz biz bunlara… Rüzgarda ötüp dururlar sanki denizciye yol gösterir gibi” dedi balıkçı. Heyecanlandığımı görünce siga siga kayalıkların arasına girdi, fotoğraf çekmeme olanak tanıdı…


Bütün gün Siren Kayalarının etkisinde sokaklarda avare avare dolaştım. Kendime hala kullandığım hoş bir toprak kap aldım… Aldığım esnaf ilk geldiğimi duyunca “ kara taşına bastın mı Foça’nın ? “ diye sordu ben de “ basmışımdır herhalde “ dedim. “O zaman Foça’dan ayrılamazsın artık “ dedi.


O zamandan beri Foça benim için vazgeçilmez bir mekan oldu. Depremde bile kaçıp sığındığım bir limandı. Şimdi dostlarımla bezeli, anılar yüklü güzel bir Ege kasabası. Yani Foça’nın “Karataşı” yaptı yapacağını.


Tüm bunları anımsamama neden; Mehmet Ünal’ın yolladığı Foça’da çektiği “Balıkçı” fotoğrafları oldu…



Her biri Foça’nın liman yaşamını, insanının iyi yürekliliğini, paylaşımın ne olduğunu ve en önemlisi denizinin ne kadar bereketli olduğunu anlatan fotoğraflar.


Mehmet’in gazetecilik geçmişinden kaynaklanıyor olsa gerek ,fotoğraflara tek tek baktığınızda bile iyi anlatılan bir hikayeyi görüyorsunuz. İster foto öykü ister foto röportaj ister belgesel diyelim, fotoğraflardaki ortak özellik yaşanmışlık, yapmacıksızlık. Belli ki Mehmet Ünal sabah balığa çıkacağı balıkçı ile kahvede sohbet etmiş, belki meşrebine göre meyhanede yüz gram rakı içmiş. Yani paldır küldür sandala atlayıp balıkçılarla açılmamış denize.


Bu yazıda fotoğrafla ilgili fotoğrafa dair ahkam kesmeye hiç niyetim yok. Söz etmek istediğim tek konu, dijital photographer'ların bu çalışmadan önemli sonuçlar çıkarması. Çok ümitli değilim ama bu çalışmadan önemli deneyimler elde etmeleri gerek. Bir kere fotoğraf izci takımı gibi onlarca kişinin üst üste biryerlere gidip çekip, sonra da “ falanca benim bilmem nerde çektiğim fotoğrafı çaldı” diyeceği bir iş değildir. Görüldüğü gibi tekne sabaha karşı kaçta açılacaksa alesta beklenen bir iştir fotoğrafçılık…


Adım gibi eminim tüm balıkçılarla dost olmuştur Mehmet Ünal.

İsterse onların karadaki yaşamlarını da dilediği gibi çekebilir ve birer insan hikayesi çıkarabilir. Ama yapmıyor. Denize ve balığa odaklanmış. Biraz ondan biraz bundan demiyor usta.


İşte bu noktada Mehmet Ünal fotoğrafları devreye giriyor. Çokça duyarlı, ama bir parça agresif fotoğraflar bunlar. Sabahı daha iyi anlatmak için karanlığın bu kadar güzel kullanıldığı fotoğraflar.


Her amatörün (hatta biz profesyonellerin de) Kadıköy vapurunda simitle kandırılmış martı fotoğrafları vardır. Mehmet Ünal, bir balıkçının elinden İzmaritle nasıl Martı beslenebildiğini anlatan o fotoğrafı belki fotoğraf adına değil ama doğa adına önemli bir derstir.

Ben çok şanslıydım ki Mehmet Ünal’ın çektiği hemen tüm “Foça Balıkçı” fotoğraflarını izledim. Hatta bir parça editörlüğünü de yaptım diyebilirim.


Ülkemizde bu konuda Kadir Can’ın Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı “Kalkan Balığı Avcıları” belgeseli çok önemli bir çalışmaydı. (Sanırım 1980) Hatta sevgili dostum Kadir Can kaçak avlanan bir teknede olduğu için tutuklanmıştı bile…


Ama Mehmet’in yaptığı bir kasabanın balıkçılık serüvenini aktaran, insan ilişkilerini saptayan daha kapsamlı bir iş.


Mehmet Ünal karadayken bile yüreğinde poyrazların estiği, zaman zaman keşişlemeye döndüğü fırtına yüklü bir adam. Bu proje onun fırtınalarını bize dingin bir meltem şeklinde geri veriyor… Ama “vira bismillah” demeden önce çok düşünülmüş ve öncesinde planlanmış iyi bir çalışma.


İyi ki “Foça’nın Karataşına basmışsın” Mehmet Ünal.

Haydi Rastgele…

Cengiz Akduman Haziran’ 2014 İstanbul


1952 yılında İstanbul’da doğdu.

1974 yılında İstanbul / İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinde ögrenci iken fotoğrafla ilgilenmeye başladı. 1984 yılından bu yana serbest fotoğrafçı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

1989-1993 yıllarında Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesinde “Reklam Fotoğrafçılığı” dersleri vermiştir.

5’i yurtdışında ( Almanya-M.Gladbach / Bulgaristan-Plovdiv / Çek Cumhuriyeti-Prag / Polonya-Varşova / ABD-Boston ) 16 kişisel sergi açmıştır.

Sekseni aşkın fotoğrafı; yurtdışında yapılan yüzün üzerinde karma sergiye kabul edilmiş ve kataloglarda yayınlanmıştır.

21 ulusal, 6 uluslararası (Fransa: 2.ödül / Çek Cumhuriyeti : Fotoforum Prize / Finlandiya (Bienal) : Mansiyon / Belçika(Bienal): Mansiyon

/ Polonya: Altın Madalya / Türkiye: Mansiyon) ödül kazanmıştır.

Siyah beyaz fotoğraflarından derlediği “ANLAR ve ANILAR” (1999) ve renkli Anadolu kapılarından oluşan "Yüz Yıllık Kapılar" (2012), "Bir Kurtuluş Öyküsü / Türk Passaportu" (2013) adlı kitapları yayınlanmıştır .

Ferit Edgü'nün hazırladığı "Adnan Varınca", Destek Reasürans yayınlarından çıkan "İsmail Türemen" ve Hüseyin Alantar'ın hazırladığı " Bir Kültürün Dokunuşu" adlı kitapların fotoğraflarını çekmiştir.

Ayrıca restorasyon projeleri kapsamında "Kültürler ve Dinler Parkı : Şanlıurfa" ve " Diyarbakır Surları ve yaşam" gibi projeleri fotoğraflamıştır. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda jüri üyelikleri yapmış, gelenekselleşmiş bazı yarışmaların ilk temellerini atmıştır.

Yurtiçi ve dışında özel koleksiyonlarda işleri yer alan fotoğrafçının 7 siyah beyaz fotoğrafı ISTMODERN / İstanbul Modern Sanat Müzesi koleksiyonundadır.

58 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page